TİRİLYE BİSİKLET GEZİSİ - (17.01.2015 Cumartesi)

Uzun zamandır gitmek istediğimi her fırsatta söylediğim Tirilye... 2013 Eylül ayında Yol+Yemek isimli program çekimi için program yapımcımız Ümit SÖNMEZ abimiz ile birlikte gitmiştik Tirilye'ye.



Bu benim ilk gidişimdi. Zaman endeksli çalıştığımız ve hızlı olmamız gerektiği için pek tatmin olamamıştım. İşimiz bitip, dönüş yoluna geçtiğimizde, araç Yalova'ya fakat benim kalbim Tirilye'ye doğru yol alıyordu. Ümit abime de dediğim gibi "ben buraya bisiklet gezisi yapmalıydım."

Zaman sonra...

Evet! Sonunda o an geldi... Tirilye bisiklet gezisi vakti geldi... 17 Ocak 2015 Cumartesi günü sabah erken saatlerde yola çıkıyoruz. İstanbul hep arzuladığımız gibi bomboş. Tek tük geçen araçlar haricinde bir hareketlilik yok.



Edirnekapı, Saraçhane, Karaköy üzerinden Kabataş'a geçiyor, BUDO iskelesinden biletlerimizi yazdırıp Beşiktaş'a pedallıyoruz.



Bu hafta da üç kişiyiz... Atmaca Pedal Grubu'nun geçen hafta Belgrad gezisine katılamayan iki değerli bisikletçisi, İlyas ve Ercan abilerim ve bendeniz Hasan Burak...




Buluşma yeri bu sefer Kabataş BUDO  İskelesi ama öncesinde Beşiktaş'ta kahvaltı... Sefer saatini beklerken kahvaltımızı yapıyor ve Kabataş'a, iskeleye doğru yol alıyoruz... Feribot iskelesine geldiğimizde bir ziyaretçimiz var. Atmaca Pedal Grubu'nun bel kemiği Yunus abimiz, bizi uğurlamaya gelmiş, kendisi sakatlığı nedeniyle katılamıyor olmasına rağmen yinede erken saatlere aldırmadan bizi uğurlamaya gelmiş.



Bizi uğurlamaya gelmesi yakın zamanda aramızda olacağının işaretidir belki...

Feribot saati geldi...

Kapılar açılıyor ve biz, kimisi henüz uyanamamış, kimisi uyanmış fakat henüz bisiklet ile feribota binenlere anlam verecek kadar ayılamamış insanlar arasında biniyoruz feribota...

Şimdi iki saat mola...



İki saat boyunca feribotta ilk defa Tirilye'ye gitmenin de verdiği coşkuyla keyifli bir sohbetin ardından, nihayet Mudanya...



Mudanya'dan 12 km'lik inişli çıkışlı bir yol var önümüzde ancak yola düşmeden önce biraz Mudanya'da dolaşmak iyi olur...

İşte, henüz birkaç yüz metre ileride önümüzde Mudanya Eski Cami...



Asıl adı Halil Ağa Cami imiş. Kethüda Halil Efendi tarafından 1643-44 yıllarında yapılmış bir cami.
Camiden fazla uzaklaşmadan caddenin sağında içeride Mütareke evi bulunuyor. Beyaz renkli, ahşap yapılı, 5 liraya içini gezebileceğiniz bir ev. Kurtuluş Savaşını sona erdiren Mudanya Mütarekesi bu evde imzalanmış bildiğimiz kadarıyla.



Mudanya içinde gezerken bir şey fark ediyorum ki Mudanya çok zengin ve şirin bir kent. Bu kente daha sonra özel bir gezi ile zaman ayırmalıyım ki bütün sokaklarını dolaşabileyim. Sokak aralarında gezerken, bu hisse kapılmakta ne kadar haklı olduğumu tekrar tekrar anlıyorum.



Mudanya tarihle o kadar özdeşleşmiş ki, Tirilye'ye gitmek için ilk rampayı tırmanmaya başladığımızda, uçurumun kenarına park edilmiş, kırmızı klasik bir otomobil görüyoruz.



Manzaraya bakmak ve bu güzel tarihi arabayla fotoğraf çekilmek için üzerine çıktığımda... Aaa! Bu ne? Bu otomobil aslında bir otomobil değil, köpükten yapılmış, insanlar oturup manzaranın tadını çıkarsın, eşiyle romantik bir zaman geçirsin için buraya kondurulmuş bir maketmiş...



Bu kadar mı gerçek yapılır... Boyutu, parlak boyası, nikelajları, "baya klasik otomobil bu" diyeceğiniz bir maket... Fakat bu maket, zaman içinde gıcır gıcır otomobilleri ile Mudanya yollarında caka satan gençlerin, sevgilileriyle bu buruna gelip, manzarayı seyre daldığı zamanların da bir temsili olabilir...



Tırmanmaya devam...

İnişli çıkışlı yollarda gezimize devam ederken "Tirilye'ye Hoşgeldiniz" tabelası erken karşılıyor bizi. Tabelanın hemen ilerisinde de bir çeşme, "biraz dinlenin, su için daha gidilecek yolunuz var" dercesine duruyor orada zayıf akan suyuyla. Eee yolculukta su nimettir. Gündelik yaşamda kadrini kıymetini bilmediğimiz, şuursuzca israf edebildiğimiz suyun değeri, yola düşüldüğünde daha iyi anlaşılıyor.



Çeşmenin başında biraz soluklanıyoruz. Su, zeytin ağaçları, deniz, beyaz evler... Sanki Eğe Denizi'nin kıyısında bir yermiş gibi... Burada dinlenmenin ne demek olduğunu anlıyor insan. Şehrin koşuşturmacasında birkaç saatlik nefes alma molalarına karşın, böylesi bir doğada 5 dakika... Yetiyor da artıyor bile.



Suyumuzu içtik, cism-ü canımızı dinlendirdik. Çeşme başına geldiğimizde anladığımız gibi bizi bekleyen inişli-çıkışlı yolumuza devam ediyoruz. Çam ağaçları, zeytin ağaçları ve deniz bu turumuzda bizim yol arkadaşlarımız oluyorlar.



"En güzel manzaralar, dik yokuşların ardındadır" derler ya işte Tirilye'ye doğru yaptığımız yolculuk da bunu doğruluyor. Bir yokuşu daha henüz aşmışken muhteşem manzarasıyla Kumyaka bize göz kırpıyor.



Mudanya ilçe merkezinden sonra ulaştığımız ilk yerleşim yeri diyebilirim. Geçtiğimiz "Tatil Köyleri"ni saymazsak tabi ki. Kumyaka'ya doğru inişe geçmeden önce köye tepeden bir bakış atıyoruz. Bu yerden köyün içinde var olan hemen hemen her şey görünüyor. Cami, tarihi yapıları vs. hepsi bize Kumyaka tepsisinde sunuluyor gibi. İştah açıcı duruyorlar.



Kumyaka Köyü öyle basit bir köy değilmiş meğer. Asıl adı "Siği", incir anlamındaymış. Mevsimi olmadığındandır ki, hiç incir ağacı hatırlamıyorum. Milattan sonra 300'lü yıllara kadar uzanan geniş bir mazisi varmış bu köyün. Küçük olmasına rağmen tarihe sığmayacak kadar derin yani. Tüm detaylarıyla bilmek mümkün değil. Kim bilir ne kadar gezginin yolu bu köyden geçmiştir bizden önce... Bu manzarayı seyre doyum olmaz. İnişe geçiyoruz Kumyaka'ya doğru. Kumyaka'da bir kahvehane bulup çay içmek var aklımızda. Aşağıya indiğimizde ise tam olarak aklımızdaki kahvehaneye kavuşamıyoruz. Köy kahvesi düşlerken, birkaç şirin hanım ablamızın kurmuş olduğu Siği-Kumyaka Kadınları Dayanışma Derneği çıkıyor karşımıza.



Kadın dayanışması olur da, lezzetli yemekler, yöresel ürünler ve ön önemlisi taze demlenmiş çay olmaz mı? "Olmaz mı ayol" cevabını duymuş olmalısınız...
Hemen yerleşiyoruz derneğin bahçesindeki masalardan birine. Çay çay üstüne, muhabbet muhabbet üstüne. Ablalarımız 4 yıl önce başlamışlar faaliyetlerine, belediye de desteklemiş bu dayanışmayı, eski bir ilkokul binasını dernek binası yapmışlar, taşımalı eğitim sistemi geldiğinden, köy okulu faaliyetini yitirmiş. Fena da olmamış hani... Gülüşmeler, konuşmalar, ucundan kıyısından dertleşmeler ama her çayın ardından yeni bir bardak çay... Yola çıkmadan önce yaptığımız kahvaltının etkisi geçmiş olsa burada yemek yemek isterdik ama henüz acıkmadığımız için bu hoşsohbet ablaların yalnızca çayı ve sohbeti ile yetiniyoruz. Sıra geldi fotoğraf çekimine...
Konu fotoğraf çekinmek olunca hemen kaçıştılar dernek binasına. Derneği temsilen kala kala 6 ablamız kaldı. Neyse ki başkan (soldan 2. abla) ve sohbetimizden anladığım kadarıyla, dernekte en düşük mertebeden başlayıp, yavaş yavaş yükselen şen şakrak abla (soldan 3. abla) fotoğraf karesinde boy gösteriyorlar.



Tekrar görüşmek temennisiyle ayrılıyor ve çaylarımızın parasını yalvar yakar ödeyerek yola koyuluyoruz. Yüzümüzde engel olamadığımız bir gülümseme ile sürüyoruz Tirilye'ye doğru.
Daha önce dedim ya "sanki Ege kıyısında gibi" diye, evlerin bahçelerinde mandalina ağaçlarını gördükçe tekrar aynı duygular beliriyor içimde. Hani yanlış olmayacağını bilse, insanın koparası geliyor mandalinaları.



Kumyaka'dan çıkıyoruz ve bize eşlik eden mandalina ağaçlarının yerini çam ağaçları ve deniz alıyor. Gerçi hiç bırakmamışlardı bizi yol boyunca. O kadar çok hasret olduğumuz şey bir araya gelince, hangisine bakacağımızı şaşırıyoruz haliyle. Yoksa onlar hep bizimle. Burada fark edilmeleri sayıcı çok olmalarından olmalı. Büyümüş şehirlerde binaların gölgesinde kalan ağaçların farkına varmak zor gün içerisinde. Hatta kaldırımda kendisine 1 metrekarelik yer bulabilmiş bir ağacı bile "kaldırımın ortasında ağaç mı olur" diyerek paylayacak kadar fark edemiyoruz onları. Ama burada onların hakimiyeti var ve biz azınlıktayız.



Düşünceler düşünceler... Fazla oksijen yüzünden zihnimiz mi açıldı ne? Yoksa doğanın canlı renkleri mi canlandırdı bütün bu düşünceleri? Neyse ne, mutlu ve huzurluyuz neticede...
İşte bakın! Tirilye de göründü... Tepenin hemen aşağısında bizi beklemekte.



Sonunda gelebilmiş olmanın haklı gururunu yaşıyor ve birazdan sokaklarında dolaşacağım kente tepeden doya doya bakıyorum.



Buraya kadar çok güzel bir gezi oldu. Herkes çok keyifli ve mutluydu. Bundan sonra da öyle olacağını umuyor ve Tirilye'ye karşı fotoğraf çekiniyoruz. Buraya da geldiğimizi tarihe fotoğraflı olarak not düşüyoruz.



Asırlık çınarları, her birinde ayrı hatıraların olduğu eski evleri ve tarihi eserleriyle Tirilye sokaklarındayız artık. Mümkün olduğunca çok durup hemen her ayrıntıyı fotoğraflamak geçiyor içimden. Bisikletimin üstünde sakin sakin akıp giderken Tirilye sokaklarında gözüm hep etrafta.



Tirilye'de gezerken neredeyse her köşede zeytin ve zeytin ürünleri satan dükkanlar görüyoruz. Meğerse buranın zeytini ve zeytin yağı dünyaca ünlenmiş. Kent ufak tefek değişiklikler haricinde neredeyse orjinal kalmış diyebilirim. Balık restoranları, yöresel ürünler pazarı, limanı, tarihi yapıları ile mükemmel bir yer. Kahvehanelerinde koyu ve içten sohbetlerin döndüğü Tirilye, Sakin Şehirleri anımsatıyor bana. Citta-Slow yani sakin şehirlere olan ilgim dolayısıyla ki "Sakin Bisiklet" ismi de buradan gelmektedir, buranın da sakin şehir olabileceği geçiyor aklımda. Gerçi, benim aklıma kalsa birçok kent Sakin Şehir olabilirdi.



Dedik ya tarihi eserleri bol, sokak aralarında gezerken Fatih Cami'ne geliyoruz. Kilise'ye bir minare eklenerek camiye dönüştürülmüş. Eskiden Aya Tadori Kilisesiymiş bu yapı, Kapısında miladi 1560 tarihlenmiş. Fatih Cami'nin hemen yanında da Avlulu Hamam olarak bilinen yapı bulunmakta.



Fatih Cami'nden Çamlı Kahve'ye doğru çıkıyoruz. daha önceki gelişimden biliyorum ki buranın enfes bir manzarası var. Kentin eski binaları ile şekillenmiş dar sokaklarından geçiyorken Kemerli Kilise olarak bilinen yapıya kavuşuyoruz. En son geldiğimden bu yana herhangi bir tadilat görmemiş derken... içine göz atabileceğimiz tek yer olan kemerli camlarının da tuğla ile kapatıldığını görüyorum. Artık içini görebilmek mümkün değil sadece dış duvarları ile yetiniyoruz.



Kemerli Kilise'den umduğumuzu tam olarak bulamadık. Umalım da Çamlı Kahve orjinal halinde olsun. Bu düşünce ile tırmanıyoruz rampayı... Tirilye, küçük bir yer olduğundan hemencecik geliveriyoruz Çamlı Kahve'ye. İşte, olduğu gibi duruyor, bütün ihtişamıyla üzerinde yükselen çam ağacının gölgesi altında Çamlı Kahve...



Burada çoğunlukla kentin gençleri, gelen ziyaretçiler vs. vakit geçiriyorlar. Kentin yaşlı ve orta yaşlıları aşağıda kahvehanelerde, gençler ve ziyaretçiler ise Çamlı Kahve'de takılıyor. Bunun nedeni ise buranın kente hakim bir tepede ve eşsiz bir manzaraya sahip olması.



Yavaş yavaş acıktığımızı hissediyoruz. Kumyaka Köyü'nde dayanışmacı hanım ablaların enfes yemekleri, yaptıkları gözlemeler aklımıza geliyor. Neyse ki burada da aynı sebeplerden dolayı bir araya gelmiş ve kendi ürünlerinin satışını yapan ablalar mevcut. Tirilye'nin belediye olduğu dönemlerde, belediyenin katkılarıyla "Tirilyeli Kadınlar Kooperatifi" kurulmuş ve Çamlı Kahve'nin hemen yanında manzarası olan bir köşeye masalarını atmışlar.



Burada da bu güzel ablalarımız kendi el emeklerini ve yöresel ürünlerinin satışını yapıyorlar. Seyahate çıkmışken ev hanımlarının elinden, ev yemekleri kadar isabetli bir yemek seçimi olabilir mi? Üçümüz de tombiş adamlarız, ev yemeğine hayır dememiz düşünülemez değil mi? Siparişlerimizi veriyor ve manzaralı yerimizde beklemeye başlıyoruz.



Bir müddet bekledikten sonra, sipariş ettiğimiz çiğ börek ve mantı masaya geliyor. Tabi tek gelen bunlar olmuyor. Siparişlerle birlikte bir de misafir geliyor. Gelen misafir tahmin edersiniz ki bir kedi. Yemeğin gelmesini pusuda beklemiş kerata. 3 kişinin yemeği 6 kişiye yeter de bir kediye yetmez mi? Tabi ki paylaşıyoruz yemeğimizi kendisiyle...



Yemeğimizi yedik, doyduk elhamdülillah. Sırada bu yediklerimizi yakmak, doğal olarak yola çıkmak var. Tirilye'den ayrılma, geriye dönme vakti geldi. Geldiğimiz yolu dönmektense farklı yollardan Mudanya'ya dönmek daha iyi olacağından, yolumuzu Tirilye'nin yukarısına, Mirzaoba Köyü'ne çeviriyor ve hafif meyilli rampaya sarıyoruz. Tirilye'nin çıkışında eski zeytinyağı fabrikası duruyor. Eskiden burada çıkan bir yangın nedeniyle üretimini durdurmuş ve Tirilye'nin tarihi eserleri arasındaki yerini almış bu emektar fabrika.



Tirilye'den ayrıldıktan sonra yol üzerinde pek bir şey yok. Sadece zeytin bahçeleri, masmavi bir gökyüzü ve arada bir araç geçen yol. Yol aldıkça yokuşun meyli de artıyor. Bu şekilde devam ederse yediğimiz mantı zirveye varmadan hazmedilmiş olacak gibi. Zaman sonra bir yol ayrımına geliyoruz. Yol ayrımında bir köpek bizi selamlarcasına havlamakta. "Yahu köpek insanı selamlar mı?" diyorsanız bir de şöyle düşünün; eğer bir köpek sizi kovalamıyor, sadece havlıyorsa muhtemelen sizi selamlıyordur veya bir şeyler demeye çalışıyordur. Neyse, anlamadığımıza göre biz selamlıyor oluşuna yorduk bu durumu.

Bu arada yokuşun meyli artmaya devam ediyor. Belki de o köpek bize "biraz dinlenin ileride çok dik yokuş var" demeye çalışıyordu. Kim bilir... bir ara terk edilmiş bir yapı görüyoruz, hem biraz dinlenmek hemde fotoğraf çekmek için çam ağaçlarının gölgesinde duruyoruz.



Dinlendikten sonra yola devam ediyoruz. Artık yokuş iyice dikleşti. Bir müddet daha tırmandıktan sonra gördüğümüz manzara, ne kadar tırmandığımızı bariz bir şekilde anlatıyor. İşte bakın ayrıldığımız Tirilye aşağıda görülüyor.



Yukarıya çıktıkça şartlar da değişiyor, hava biraz daha serinliyor ve yol kenarlarında karlar görülmeye başlıyor. Fakat halen Mirzaoba köyüne varabilmiş değiliz ve yokuş meylinden bir şey kaybetmiş değil. Geri mi dönsek acaba?



Aslında gideceğimiz mesafe 9 km olmasına rağmen bu kadar uzun sürmesinin asıl nedeni yolun kıvrım kıvrım olması. Bazen o kadar pedallamış olmamıza rağmen, karşı tepeye ancak geçebilmiş oluyoruz. Tabi yol bu şekilde olmasaydı daha dik rampaların olması kaçınılmazdı. Mümkün olan en iyi mühendislikle tasarlanmış yollar.



Mirzaoba Köyü'ne giderken geçtiğimiz yoldan Kaymakoba Köyü görünüyor. Ufukta görünen dağ ise aramızda ufak bir tartışmaya neden oluyor, Uludağ mı, değil mi? diye.



Mirzaoba Köyü girişindeki küçük su akarının sesi karşılıyor bizi. bu suyun yanında da fotoğraf ve dinlenme için duruyoruz. Herkesin de bildiği gibi su sesi insanı rahatlatıcı özelliğe sahiptir. Hele ki şehirlerdeki gibi ekstra gürültünün olmadığı, oksijenin doruklarda solunduğu böylesi yerde su sesinin etkisi daha da fazlalaşıyor.



Şelalenin yanında biraz dinlendikten sonra Mirzaoba Köyü'ne giriş yapıyoruz. Mirzaoba Köyü, Tirilye'den bu yana rastladığımız ilk yerleşim yeri. Kendi aramızda Uludağ mı, değil mi diye konuştuğumuz dağın, köyün merkezinde kahvehanede oturan amcalar Uludağ olduğunu söylüyorlar. Burada da durup bir çay molası vermek gerek. Kaç defa Uludağ'a karşı çay içme şansımız olabilir ki?



Köy, Osmanlı Bursa'yı aldıktan sonra kurulan köylerden biri. Köyün kurucusu ise Mirza isimli bir Yörükboyu imiş. Mirza, Oğuzlardan Kıyı boyunun Karakeçeli kolundan olan bir amcaymış. Köy küçük bir köy. Köy meydanında durduğumuzda tek başına duran küçük bir minare dikkatimi çekiyor. Sanki temsilen yapılmış minyatür bir minare gibi duruyor. Sorduğumda, bunun eski caminin minaresi olduğunu ve temsili değil orjinal haliyle durduğunu öğreniyorum.



Minare olduğu gibi duruyor hakikaten. Şerefesine çıkan merdiveni apaçık görülebiliyor. bir de kitabesi var yan tarafında. Sene 1227 tarihli kitabeden okuyabildiğim kadarıyla, hayrat sahibinin "Süleyman" diye biri olduğunu anlıyorum.

Bu Osmanlı Türkçesi'ni de öğrenmek lazım arkadaş. Türkiye'mizde gezerken çokça lazım oluyor. "Bir lisan, bir insan" demişler ne de olsa.



Mirzaoba Köyü'nden, Dere Köyü'ne doğru devam edeceğiz fakat çok uzun süre yokuş tırmandığımız için, izi yolda nelerin beklediğini öğrenmek ve kendimizi ona göre hazırlamak için köy ahalisine soruyoruz.

Yol nasıl?

Yokuş olmadığını, çoğunlukla yokuş ineceğimizi söylüyorlar, rahatlıyoruz. Sıradaki durak Dere Köyü. Köyün adından da anlaşılacağı gibi söz konusu köye ismini veren bir dere var. Dere olur da, sazlıklar olmaz mı? İşte biz de Dere Köyü'ne giderken yol boyunca Pampas otlarının gölgesinde yol alıyoruz. Yükselişini tamamlamış, bizim gibi inişe geçmiş olan güneş, otların arasından parlıyor yüzümüze.



dere Köyü'ne kısa sürede varıyoruz. Köye girince dikkatimizi hemen tarihi, büyük bir yapı çekiyor. Dikkat çekmemesi mümkün olmayacak bir büyüklüğe sahip köy evlerine kıyasla. Köy meydanının bir iki sokak yukarısında çoğu kısmı yıkılmış, sadece dört duvarı ayakta kalmış bir yapı. Merakımızı cezbediyor ve derhal yanına gidiyoruz. İçine girmenin tehlikeli olacağını belirten levhalar her yerinde binanın. Ama içeri girmezsem bir yanım eksik kalır.



Bir zamanlar Rum Kilisesiymiş bu bina. Rumlar göçtükten sonra bir müddet Müslümanlarca cami olarak kullanılmış ancak Müslümanların kendilerine yeni bir cami yapmasıyla birlikte bu gösterişli binanın pabucu dama atılmış. Kendisiyle ilgilenilmeyen bu bina zaman içinde atıl kalmış. şu sıralar Mudanya Belediyesi bu binayı ihya etmenin peşindeymiş. Haydi hayırlısı diyelim...







Dere Köy'de bu tarihi kiliseyi ziyaret ittikten sonra düşüyoruz yola. Artık gün iyice batmak üzere ve biz Mudanya'ya ulaşmalıyız. Dere Köy'den çıkarken "Güle Güle" tabelasını gördükten sonra dik mi dik bir yokuş bize "Hoş geldiniz" diyor resmen.

Yapacak bir şey yok... Tırmanacağız...

Viteslerimizi düşürüyor ve sarıyoruz yokuşa. Günün son ışıklarıyla beraber gezinin son kilometrelerini geçiyoruz. Uludağ bize Mirzaoba'dan beri eşlik ediyor. Yukarı tırmandıkça yükseklik ve güneşin etkisini yitirmesiyle hava soğuyor. Hava Soğuyor ama biz ter atmaya devam ediyoruz. İnişe geçerken kalın bir şeyler giymek şart. Yokuş azaldığında epey bir zirveye tırmanmış bulunuyoruz. Neredeyse Uludağ ile aynı seviyeye gelmişiz gibi.



Günün son ışıklarıyla fotoğraf çektirdikten sonra yolumuza devam ediyoruz. İpek Yayla Köyü'nün içinden geçip Yörük Ali Köyü'ne doğru sürüyoruz. İpek Yayla Köyü'nden sonra pedal çevirmeyi unutuyoruz desek yanlış olmaz. Artık Mudanya'ya kadar çıktığımız yokuşlara nispet yapan  bir iniş parkuru var önümüzde. O kadar yokuşun ardından bize mükafat gibi geliyor. Tepenin arkasına geçtiğimiz için artık güneş de, Uludağ da gözden kayboluyor. Ne güzel iki arkadaştı halbuki onlar. Uzun ve titreşimi bol bir inişten sonra nihayet Mudanya yoluna varıyoruz. Artık daha çok araç, daha çok trafik ve daha az keyif. Kısa süren bir sürüşten sonra başladığımız noktaya, Mudanya BUDO iskelesine tekrar varıyoruz.



İskele yanındaki kafeye oturup sefer saatimizi bekliyoruz, yorgunluğun üzerine için sıcak çaylar eşliğinde. Feribot saatimiz geldiğinde yerimizi alıyoruz ve bu gezi sayfası tıpkı gözlerimiz gibi kapanıyor, feribot iskeleden uzaklaşırken...

NOT: Aşağıda harita görünümü ve linkini paylaşacağımız bu bol tırmanışlı ama her metresi keyif dolu seyahate siz de kendiniz çıkabilir, o yollardan geçerken bizi hatırlayıp, insanlara ve o güzel diyarlara selamlarımızı iletebilirsiniz...


Yorumlar